20 Nisan 2024

Sadece bir kahve meselesi

O sabah sokakta yürürken kendimle gurur duyuyordum. Gurur demek az bile; o hissin tadına bakmaya çalıştığım an dehşete kapılıyor, kendi büyüklüğümün karşısında sırtım uyuşuyordu. Tanrısal bir edayla atıyordum her adımımı. Dudaklarımı belli belirsiz kıpırdatarak şöyle diyordum yürürken; “bu çağdan ben geçiyorum işte, ey insanlar, aranızda bir tarihe damga vuracak bir adam dolaşıyor!” Göğe yükselmemek için çok sıkı basmam gerekiyordu ayaklarımı yere. Sanki kendi kendini büyüleyen sarhoş, sakar bir büyücüydüm. Kadıköy sahilinde, iskelenin karşısındaki ışıklarda durdum sonra kalabalıkla birlikte. “Neyin var senin?” dedim, “ya aşıksın sen ya da sabah sabah kahveyi fazla kaçırdın.” Gülümsedim ve kendi kulağıma eğilerek; “Sen”, dedim, “ne kadar zeki şeysin, hemen buldun cevabı.” Tekrar gurur duydum kendimle. Sonra da ışıklardan karşıya geçtim.

Ta ilk kahve ağacının bulunduğu Habeşistan’ın Kaffa yöresinden adını alan bu meret galiba beni biraz tanrıya yaklaştırıyordu. Ya uykusuzluktan ya da keyiften sebep yapıyordu bunu. Ben, diyorum, ne kadar zeki şeyim. Her iki cevabı da buldum yine. Bunu kendime söylüyorum, Ruhi Bey’i düşünerek, kendimle konuşuyorum yürürken. İnsanoğlu hala yürüyen bir varlık çünkü insan ancak yürürken kendisiyle konuşabiliyor. Beni bir yabaniye dönüştüren şu dünyada, insanların içine karışabilmemi de kahve sağlıyor, bir başıma kaldığımda geceyi genişletmemi de. Öyleymiş diyorum ta Osmanlı’da da,  hem kahvehaneler açıldıkça başlayan “gece hayatı”nın sebebi hem de Patrona Halil’den Jön Türkler’e kadar isyancı ve muhaliflerin toplantı yeri. Ulemanın “şarapsız meyhane” dediği kahvehanelerde dudaktan kulaklara akan kahve, “her nesne ki fahim mertebesine vara, yani kömür ola, sırf haramdır” diye adına fetva çıkarılan kara bade. İsyancılar ve fetvalar diyorum, ne kadar zeki şeylermiş. Hava soğuk, ellerim ceplerimde. Acaba isyancılar ve fetvacılar Brautigan’ı duymuş mudur hiç? Sanmam.

 

“Bazen hayat sadece bir kahve meselesi; ya da bir bardak kahvenin ne kadar yakınlık getirebileceğinden ibaret.”

 

Brautigan’ın, bir şiirine yaptığı bu giriş geliyor aklıma sık sık. Kapısına gittiği kadınlara duygularını bir türlü dökemeyen bir adamın, onlardan neden sadece “bir bardak kahve” isteyip durduğunu anlatan o şiir. Sonra, sevgilisi Marcia’ya yazdığı bir şiirine “Vay canına o kadar güzelsin ki / yağmur başladı” diye başlık atan Brautigan’dan, “keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım” diyen İsmet Özel’e uçuyor uçarı kafam. Cemal Süreya’nın deyişiyle sesindeki söylenmemiş sözcüklerin yerine kahve kelimesini koyan Brautigan’ın, uzun sarışın güzelliğin liselerde / ders olarak okutulsun” dediği Marcia ile İsmet Özel’in esmerliği zihnimde birbirine karışıp, ilginç bir renge dönüşüyor.

 

“…

            liselerdeki karnelerin
şöyle olmasını istiyorum:
kırılgan sırça şeylerle oynamak
pekiyi

            …

            balıkları öğrenmek
pekiyi
marcia’nın uzun sarışın güzelliği
yıldızlı pekiyi!”

 

Cemal Süreya, çocuklara doğru yazdığı “Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi” kitabının adıyla ne demek istiyordu acaba? Defterdeki matematikten evrendeki matematiğe daha çok eğilmek gerektiğini mi? Ya da o uçmak, insanoğlunun o en eski ütopyasından hiç vazgeçmeyeceğini mi? İkarus, Hezarfen Ahmed Çelebi, Vecihi, Wright Kardeşler; kaç gündür adını düşünüyorum, “yurdumsun ey uçurum.” Şu ömründe yeteri kadar kahve içen herkesin uçaksız, motorsuz uçabileceğine inanıyorum. Soğukta biraz titreyip bir kafeye oturuyorum. Saat sabahın körü. Kahve dediğimiz şey de sabahın ya da gecenin körüdür. Siyah rengin tadı. Bir kahve söylüyorum kendime, bir kahve daha söylüyorum kendime. Sonra iki çocuk gelip oturuyor karşımdaki metal masaya. “Abla” diye sesleniyorlar kadına, “bize iki kahve versene.” Çocuklar, 10’lu yaşlarda falan olmalı. Sokak çocukları, belli. Kahvelerinin yanında gelen kurabiyeleri geri gönderiyorlar, süt ve şeker istemiyorlar. “Sert olsun, ayılalım” diyor biri “abla”ya. Kahvemden büyük bir yudum alıyorum. Kahvelerinden küçük birer yudum alıyorlar ve derhal tükürüp gülüyorlar; “abla ya, bu ne acıymış böyle Allah aşkına, zıkkım gibi! Şeker versene bize.” Çocuklar, Türkiye’nin inadına esmeroğluesmer. Onların tatlı kahve içişlerini izlerken, esmer Momo geliyor aklıma. Emile Ajar’ın Onca Yoksulluk Varken adlı kitabındaki o küçük peygamber. “Annem kürtaj olmadığı gün, bir cinayet işledi” diyordu Momo. Momo’nun annesi, onun deyişiyle, kendini kıçıyla savunan bir hayat kadınıydı. Brautigan da, Kürtaj isimli romanında, kusursuz güzelliği yüzünden utanan ve hep çirkin şeyler giyen bir kadını, Vida’yı, onun yaşadığı aşkı ve kürtajı anlatıyordu. Yarım saat önce neredeyse havalanan ayaklarımı yere mıhlayan, tüm coşkumu söküp alan şey hangisi yani? O çocuklar ve Momo’nun yazgısı mı, yoksa Vida’nın kendini mutsuzlukla dolduran güzelliği mi? “Ne kadar benim hesap?” diye sesleniyorum kadına. Çocuklar bu sabah o kahveyle, birden büyüdüler. Fakat henüz haberleri yok. Anlayacaklar. Çünkü bu hayatta her şey bir kahveyle başlayıp bir kahveyle bitiyor.

ETİKETLER: