Hollywood’un en büyük aktörlerinden biri olacaktı. 27 Hollywood filminin birçoğunda başrol koltuğunda yer alacak, oynadığı filmler gişe rekorları kıracak, ölümünden sonra ondaki büyük yetenek, onun soyundan gelen herkeste aranacak ama bir türlü bulunamayacaktı. Hollywood’un bu en asil yıldızı, söylenene göre ilk Akademi Ödülü’nü En İyi Erkek Oyuncu dalında kazanacak ama sonrasında “gülünç duruma düşeriz” bahanesiyle oylama yeniden yapılacak ve ödül Alman Aktör Emil Jannings’e verilecekti. Fakat onun, parlak geleceğinden hiç haberi yoktu. İlk “Oscar”a yani 1929’a tam 11 yıl uzakta, döküntü bir barakada, acıdan soluk alamaz halde, yerde yatıyordu…
O günlerde sessizlik çok kısa sürüyordu. 1. Dünya Savaşı, tarihin en gürültülü gecelerini yaşatıyordu insana. O gürültüyle eti titreyip duran ABD Ordusu Hava Servisi’nin zırhçısı Onbaşı Lee Duncan ise, 15 Eylül 1918 günü yeni gönderildiği bu Fransız köyü Flirey’nin çamurlu yollarında yürürken, postalının içinde terden yanan ayaklarını hissetmiyordu bile. Sesin ve terin değerini yitirdiği, kanın ve tozun insanları birer heykelciğe dönüştürdüğü savaş günlerinde, bir çift acılı insan ayağı kimsenin dikkatini çekmezdi.
Lee Duncan, ne kadar sürdüğünü hiç hatırlamadığı bir sessizlik anında, postallarının çamurda çıkardığı sesten öte bir şey daha duydu. İrkildi. Tetikte olup olmaması gerektiğini bilemedi ama yine de beyninin bir yerlerinde her zamanki gibi iki seçenek çınladı; savaş ya da kaç. Elbette savaşı seçti. Bu kararı kolayca alması, onun cesur bir asker olmasından ziyade, bölgenin hali hazırda Almanlardan temizlenmiş olmasıyla ilgiliydi. Adımlarını sıklaştırdı Lee Duncan. Garip bir inilti, hıçkırığa benzeyen bir şeyler ve ara ara tüm bu seslere fon olan, dipte bir öfke hırıltısı… Duncan, seslere doğru yürürken uzaklarda bir yer bombalandı. Yükselen ışığa bakıp düşündü; “bir bombadan yükselen ışık, kaç bin fener eder?”
Duncan, sallanan yer kabuğunda dengesini yitirmeden ahşap barakaya vardı. İniltilerin geldiği yöne başını çevirerek içeri uzandı ve onları gördü. 5 yavrusuyla bir anne, açlıktan ölmek üzere. Bebekler henüz bir haftalık bile değildi; gözleri daha açılmamıştı ve yeryüzünde yaşananlardan habersizdiler. “İyi ki…” dedi Lee Duncan, “gözlerin daima kapalı olması gerekir bazı zamanlarda…”
Duncan, anneyle 5 yavrusunu hemen alıp birliğine getirdi. Yeterli süre geçtikten ve bebekler sütten kesildikten sonra yeni bir soru ortaya çıktı; bir savaşın ortasında, hayatta kalması güç bir annenin yavruları için insan ne yapabilir? Onları bırakamaz, kaderlerine terk edemezdi. Ölümün revaçta olduğu günlerde, yaşamak da değerlenir. Bu yüzden, belki de daha önce ağlayan bir kuşu bile sakinleştirmemiş askerlerin bazıları, o büyük sorumluluk için bir adım öne çıktı ve ufaklıkların üçünü sahiplendi. İki tanesini ise Duncan yaşatacak, onlara hayatı boyunca bakacaktı. “İyi şansın sembolü” olarak görmüştü Lee Duncan o iki kardeşi. Ve onlara, Fransız çocukların sık sık Amerikan askerlerine bir çift iyi şans muskası olarak verdiği bebeklerin ismini koydu; Rin Tin Tin ve Nanette.
Duncan, onları gizlice bir gemiye bindirip ABD’ye götürdü, iyi bir eğitim sağladı fakat Nanette’in ömrü pek uzun olmadı ve 1919’da zatürreden vefat etti. Erkek kardeş Rin Tin Tin ise, kopkoyu gözleriyle dünyayı seyrediyor, savaşın ardından gelen sessizliği dinliyor ve sahibi Lee Duncan’dan tüten sevginin kokusunu duyuyordu…
Duncan, Rin Tin Tin’i sürekli gösterilere götürüyordu. Zaman geçtikçe hünerleri artan Rin Tin Tin ise, Los Angeles’ta hatırı sayılır bir şöhrete kavuşmuştu artık. Öyle ki, bir yavaş çekim kamerası geliştiren Charley Jones bir gün onu, şovunu yaparken kameraya aldı ve bir efsanenin ilk doğumu o çekimle gerçekleşti. O çekimden sonra kendisine gelen birkaç ufak rolün ardından işler öyle hızlı ilerledi ki, 1923’te, sessiz sinema oyuncusu Claire Adams’la rol aldığı “Kuzeyin Başladığı Yerde”, çok büyük bir başarı elde ederek Warner Bros.’u iflastan kurtardı. Warner Bros.’a belki de en çok kazandıran aktör oldu Rin Tin Tin ve bu büyük başarılarından ötürü New York City Belediye Başkanı Jimmy Walker tarafından şehrin anahtarıyla onurlandırıldı. Saymakla bitmeyecek gibiydi artık rol aldığı filmler ve başarıları. Fransa’nın bir köyünde, 1. Dünya Savaşı’nın ortasında hayata düşen Rin Tin Tin, çok değil, 5 sene sonrasında, Hollywood’un en ünlü ismine dönüşmüştü ve her gün binlerce hayran mektubu alıyordu.
Rin Tin Tin, ölümüne, 10 Ağustos 1932’ye, ölümüyle haber bültenlerinin yarıda kesildiği ve ülke çapında yas tutulduğu o berbat güne kadar ağırbaşlı, biraz hüzünlü, her daim bilge ve yer yer kabuslarla baktı hayata. İlk Akademi Ödülü’nü En İyi Erkek Oyuncu dalında kazanmayı hak etmiş olmasına rağmen “ödül ciddiyetini kaybeder” gibi gülünç bir gerekçeyle hakkı çiğnenmiş olsa da, Rin Tin Tin, Hollywood’un en benzersiz efsanesi oldu.
Bu Alman Kurdu’nun gözleri, Lee Duncan’ın onu bulduğu 15 Eylül 1918 gecesinin savaş karanlığı kadar dipsiz bir koyuluktaydı. İçinde neler olduğunu hiçbir insan tam olarak anlayamadı. Fakat bir şeyden emin olabiliriz belki de; dünyayı ateşe veren ve doğduğu günü cehenneme çeviren insanlığa asla kin tutmadı, onu ve kardeşlerini kurtaran bir onbaşının hatırına belki de Hollywood’un Hollywood olmasına büyük katkı sağladı. 1960’da Hollywood Bulvarı’ndaki Şöhretler Yolu’na onun yıldızı da koyuldu ama tıpkı verilmeyen ödülü gibi Rin Tin Tin’in bunda da gözü yoktu.
Sadece yaşamak ve sevilmek istedi.
Ve yaşadı ve sevildi.