18 Mayıs 2024

Fenerbahçe amblemindeki mualla

“Bahtımın hep kapalı oluşuna sebep neydi? Yaşamak, başkaları kadar benim de hakkım değil miydi?”

Knut Hamsun / Açlık

 

Bir sefalet içinde ölecekti. 1967 yılında, ülkesinden uzakta, pek çoklarınca “delinin teki” diye anılarak, düğmesi kopmuş hırkalarını iğnelerle tutturan ve defalarca akıl hastanesine yatırılan bu adam Reillane’deki bir çiftlikte 20 Temmuz 1967’de ölecek ve Paris Kimsesizler Mezarlığı’na gömülecekti. Ama bu hikayenin sonundan kimsenin haberi yoktu henüz; sene 1903’tü ve Düyun-u Umumiye ikinci müdürü Mehmet Ekrem Bey ile Emine Nevber Hanım bir çocuk bekliyordu. “Mualla!” dediler doğum yaklaşırken, “Doğacak çocuğumuz bir kız olsa keşke, ismi de evet, Mualla olsun!” Fakat aksilik ilk nefesle geldi; bir erkekti bu. 2000’lere gelindiğinde yalnızca değnekçilerin ilgisine mazhar olacak Moda’daki bir konakta ufak adımlarla yürümeye başlıyordu Mualla. Bir erkek olmasına karşın uzun bukle bukle saçları ve onu bir kız çocuğu gibi yetiştiren annesinin giydirdiği etekli elbiselerle dolanıyordu hayatın o hiç bilmediği kuralları arasında. Ya dünya ya da insan hiçbir zaman bekleneni veremiyordu hayatta. Ve Mualla da bu kuralın ayaklı bir portresiydi sanki.

Yaşı biraz büyüyünce o da her çocuk gibi bir kahramana ihtiyaç duydu. Şans bu ki, hem elleri hem de ayakları hayli maharetli biri vardı yakınında; dayısı Hikmet Bey. O yıllarda Fenerbahçe’de sol açık oynayan Topuz Hikmet, 1910’da yaptığı bir çizimi şöyle anlatıyordu;

“… İlk önce bayrağımızın renkleri kırmızı ile beyazı bir araya getirdim. Sonra kırmızı üzerine bir kalp şekli çizerek bunu sarı-laciverte boyadım ve üzerine de metanet, kuvvet ve sağlamlığın ifadesi olan meşe dalını resmettim. Beyaz kısma da kulübümüzün ismini ve kuruluş tarihini yazdım. Rozetimizi çizerken, ona şu manayı vermeye çalıştım; Kalpten gelen bir bağlılıkla bu kulübe hizmet etmek…”

            Hem gollerin hem de tarihe geçen amblemin altına imza atan Fenerbahçeli Hikmet dayısına özenerek tek bir sevdaya bağlamaya başladı gönlünü Mualla; futbol. Okulu asıyor, kimseyi dinlemeyip Moda sahilinde top peşinde koşuyor ve sadece dayısı gibi bir futbolcu olmanın hayallerini kuruyordu. Tıpkı dayısının “kalpten gelen bir bağlılıkla” deyişi gibi dışındaki dünyaya karşı kendi doğasını savunuyordu her hareketiyle; adı bile konulmuş bir kız beklenirken erkek doğuyor, yüksek sosyal sınıfa ait muntazam bir öğrenci olup derslerine önem vermektense meşin yuvarlağı toprak kahvesi ve çimen yeşiliyle düşleyip duruyordu. Fakat araya hayat girdi. Biz kendimiz olmaya çalıştıkça söz hakkı hayata geçer ve o ağzını açtığında hayli ağır konuşur. Öyle bir anda futbolcu olmak isteyen Mualla’nın ayağı kırıldı. Bir kemik sesi duyuldu, futbol spikerlerinin deyişiyle; çat! 12 yaşındaydı ve kırılan ayağı alçıdan çıktığında Mualla hayalleri de kırık bir çocuktu artık; topal kalmıştı. Bu kadarla bitmiyordu hayatın sözleri; 15 yaşına geldiğinde okulda bir grip mikrobuyla karşılaştı; 1,5 yılda 100 milyona yakın insanı öldüren İspanyol Gribi. Ve Mualla’dan annesine sıçrayan bu hastalık Emine Nevber Hanım’ı cansız, Mualla’yı ise annesiz bırakıyordu. Mualla önce haksız bir kırmızı kartla oyundan atılmış sonra da stadyumun ışıkları annesinin gözleriyle tastamam kapanmıştı üstüne. Bu ölümden ötürü kendini suçlayacaktı hayatı boyunca. Sonra annesinin ölümünün üstünden çok geçmeden evlenen babasıyla da arası bozulacak ve iç dünyasında onu yitirecek, yetmezmiş gibi kardeşi de bir uçak kazasında hayatını kaybedecekti. Hayat Mualla’yı doğumundan beri herkesten tek tek kopardı; çocuktu annesiz kaldı, babasını “başka bir kadın” aldı, düşleri ve bir kahramanı vardı ama artık Mualla topal bir adamdı, bir kadına ilk büyük aşkı hissedecek ama aşkı Hale Asaf tarafından aşkına karşılık bulamayacaktı. Yaşamına karşı son sözü söylemek içinse yine kahramanını takip etti Mualla. Tek bir iz kalmıştı yürüyebileceği; resim. Dayısı çizdiği Fenerbahçe amblemiyle, Fikret Mualla ise “yürekten bir bağımlılıkla” resmettiği kapkara bir yaşamın cıvıl cıvıl renkleriyle geçti tarihe. Uzun yıllar yaşadığı Paris’te tablolarını bazen ucuz bir şişe şarap parasına bazen yediği iki lokma yemeğin hesabına sattı. Bir sefalet içinde yaşarken kimseye benzemeyen dehasıyla iki limana sarıldı yalnız; içki ve resim. Sanatçının paraya muhtaçlığını protesto etmek için 1934’te İstanbul’da Abidin Dino ile dilendi, arkadaşı Picasso’nun hediye ettiği tabloyu şarap almak için sattı ama para için sipariş resim çizmedi hiç. Hayatı baştan sona bir aksilikler senfonisiydi fakat en büyük sevincini de ona yine bir terslik yaşattı…

Mektup almayı çok seven ve hatta bu yüzden sık sık kendine mektup atan Fikret Mualla’yı en çok mutlu eden bu zarfın üzerinde Fenerbahçe Spor Kulübü yazıyordu. Sene 1959’du ve bir teşekkür cevabıydı bu. Çocukluk aşkı Fenerbahçe’ye bir mektup atmıştı Mualla; o yıl Nice takımıyla maç yapmak için Fransa’ya gelen Fenerbahçe’ye uzun uzadıya Nice’in taktik analizini, takımın nasıl oynaması gerektiğini ve alınması gereken önlemleri yazdı. Cevaben gelen kağıtta ise pis pis sırıtıyordu hayat; “İlginize çok teşekkür ederiz Mualla Hanım.”.

Fenerbahçe ve Türk Futbolu’nun en yoksul, en deli, en alkışsız ama en dahiyane ve tarihe geçen gollerini Fikret Mualla attı. Şimdi tablolarına paha biçilemeyen Mualla, birkaç franka tablo verip yapayalnız dünya sanat tarihine geçerken “Pentürle hayatımı kazanıyorum daha ziyade kendimi öldürüyorum. Elimdeki avucumdaki ne ölecek ne de yaşayacak kadardır” diyordu. Artık ondaydı söz hakkı ve hem kendine hem bize pişmanlık dolu bir tokat, son düdükten sonra tabelaya işleyecek bir gol daha atıyordu kederle. Bir gol, tastamam sanata adanan hayatların yapayalnız ve açlık dolu kaderini özetleyen; bir gol, asıl yürüyüşü bozuk topalın yeryüzü olduğunu gösteren;

“… sanırım çok fazla resim yaptım.”

 

 

ETİKETLER: