Çünkü bir kadın olmaktan midesi kalkıyor. Çarpıtılmış ve çürütülmüş estetik anlayışıyla kendi bedenini lanetlerken, yer yer arkasına sığındığı cinsiyetini herkesin önünde küçük düşürmeyi görev ediniyor.
Çünkü annelik kavramından tiksiniyor. Annelik rolüyle gelen bireysel sorumlulukları reddediyor ve çocuğunun üzerinden kendi varlığına tapınıyor. Çocuğunu kendi adına dikilmiş bir totem gibi görüyorken anne kelimesinin etik ve adalet kantarındaki ağırlığını bile isteye sömürüyor ve zihinlerdeki anne sözcüğünü kirletiyor.
Çünkü varlıklı olmakla başı dertte. Sahip olduğu maddi kaynakları kullanabileceği en çirkin yolla dolaşıma sokuyor. Oğlunu ve kendini kaçırırken kullandığı banknotlar başka insanların cebine girerken, en azılı organize suçluların akladığı kirli paralardan bile daha leş bir dolaşım yaratıyor.
Çünkü hiçbir organize suçta, meseleye vicdan ve insanlık çerçevesinden bakmayan, bunu o kümeye doğal olarak dahil etmeyen toplum, bir anne ve oğul figürü olan bu ikilide katıksız bireysel kötülüğü görüyor. Eylem Tok, sahip olduğu parayla insanları yüreğinden vurup anlamı bin yıllar içinde gelişmiş sözcükleri lağv etmeye yelteniyor.
Çünkü kocasından iğreniyor. Aşıkların tarihleri kitaplarda dolanırken, arzu suç işlemekse çok daha fiyakalı aşk suçları işlenebilecekken, Eylem Tok eşiyle birlikte insanlık tarihine bu hikayeyle geçmek istiyor.
Çünkü mensubu olmadığı tüm sınıflardan nefret ediyor. Kendinden alttaki ekonomik ve kültürel sınıfları tiksintiyle “bu dünyada yaşamaması gereken varlıklar” olarak görüyor. Kendinden üst sınıfları ise asla ulaşamayacağı noktalarda duran ve onu kıskançlığın cehennemine hapseden tanrılarla eş tutarak, onların da mahvını diliyor.
Çünkü kendi sınıfından da midesi bulanıyor. Henüz benlik algısını bile tam oluşturamamış zihni, bulunduğu sınıfta bile var olan tek varlığın kendisi olmasını istiyor. Beyni, ilkelliğin, insan beyninin ilk aşaması olan id kısmında sıkışıp kalmış gibi görünüyor ve sadece hazzın peşinde koşuyor. Vahşice, kör gözlerle ve attığı her kahkaha ağzından kanlar akıtarak.
Çünkü oğlunu sevmiyor. Bir annenin bir oğula yapabileceği, tahmin edilemez en büyük kötülüğü yaparak, oğlunun ruhunu ve yüreğini boğazlıyor. Bebeği doğduktan sonra, lohusalık çılgınlığıyla onu çöpe atan bir anne kadar bile sevmiyor oğlunu. Eylem Tok, kesindir ki hiçbir sendrom yaşamamış, oğlu dünyaya geldiğinde “bu büyük sorumluluğu nasıl taşırım ben” diye kendine sormamıştır. Çevresine örnek olacak derecede rahat bir anne olmuştur. Kaygılandıysa oğlu üzerinden kendisi için kaygılanmış, hayal ettiyse oğlu üzerinden kendi geleceğini hayal etmiştir. Tıpkı bugünlerde hayata geçirdiği gibi. Oğlu onun için bir eşya, bir suç aleti olan bir eşya artık.
Çünkü bir insan olmakla, insanlığa dahil olmakla, yeryüzünün bir parçası olmakla uyumsuz. Acınamayacak kadar uzakta bize o. İbret hikayesi çıkaramayacağımız kadar dipte. Sayısız zalimle, çağlar boyu mezalimle kırılıp bükülen tarih kitaplarında ne onun gibi bir seri katile denk gelirsiniz ne onun gibi bir “kötü kahraman”a.
Çünkü yaşanan ya da yaşanması muhtemel kurgulardan üretilen hikayelerdeki “kötü kahramanların” onları bir şekilde anlayacağımız, hak vermesek de sebeplerini idrak edebileceğimiz davranışları olur. Fakat Eylem Tok’un bu davranışının ardındaki tek sav annelik olduğundan, kendisi kötülüğünün sınırlarını sonsuzla çarpmış, yeryüzündeki en güzel kelimelerden birini suçuna ortak etmiş demektir. Eylem Tok burada olmak istemiyor, aramızda bulunmaktan nefret ediyor, bizden ve kendisinden midesi bulanıyor, istediklerini alamamış, çok şey istemiş, bir şeyler elde ettikçe çok daha fazlasına hırs büyütmüş, kendinden güçsüzlere hep diş geçirmiş, kan akıtmış ve yaşamaya değer görmediklerinin ölümünü bir suç değil de basit bir teferruat olarak geçip gitmiş
biri.
Çünkü o katıksız kötü diyemiyorum, bilgim de görgüm de buna karşı çıkıyor, “katıksız iyi katıksız kötü yoktur” diyor ama o, hiç değilse katıksız kirli biri. Ardını arkasını görmek istemeyeceğimiz, ilgilenmemek için her şeyimizi vereceğimiz, dünyadaki varlığını yok saymak için didineceğimiz kadar kirli. Ama bir gün, tüm bunların diyetini ona ne bir soğuk mahkeme salonu ne de Oğuz Murat Avcı’nın hayaleti ödetecek. Bir gün, ona en büyük diyeti oğlu ödetecek. Zihninin derinliklerinde, pahalı ayakkabılarından bile değersiz gördüğü o eşyası dile gelip canlandığında ve ellerinden kayıp gittiğinde, en zayıf noktasından vurulacak; kendine tapınma nesnesi, oğlu, artık onu tanımıyor olacak.