Şimdiye dek binlerce maçın içinde oldum; ya topa değen benim ayağımdı ya da gözümün önünde uçuşuyordu sahadaki adamlar ve meşin yuvarlak. Ya sahadaydım ya tribünde ya da televizyon karşısında. Unutamadığım, hafızamı ve hatta kişiliğimi şekillendiren 90 dakikalar var. Hepsi mücadeleydi. Hepsinin sonunda bir skor vardı. Hepsi maçtı işte. Biri hariç. O maçta
sahadaydım ben. Cezayir göçmeni bir ailenin, Fransa’nın banliyölerinden biri olan La Castellane’de doğan oğlu 90 dakika boyunca benimleydi. Bu bir rüya ya da kurgu değil; Zidane’la aynı maça çıktım.
Real Madrid forması giydiği günlerdeki o maça beni çıkaran 90 dakikalık bir Fransız belgeseliydi; “Zidane, Bir 21. Yüzyıl Portresi”. O belgeselde maç boyu sadece Zidane’ı seyrediyordunuz. Sahanın diğer yerlerinde ne olup bittiği değildi mesele; Zidane’da neler yaşandığıydı. Yüzündeki kırışıklıkların maça verdiği tepkiler, ensesinden akan terin topa dokunduğu an hızlanışı, nefes alış verişleri ve uzağı, herkesten uzağı, dakikalar sonrasını görebilen gözleri… Pek fazla bilinmeyen bu belgesel, oynadığım ve izlediğim tüm maçları bir çırpıda taca atmıştı o akşam. Benim o sahaya adım atışım bilgisayarımdaki belgesele çift tıklayıp açmamla kolayca hallolmuştu, evet. Fakat Zidane o sahaya nasıl çıkmıştı? Buydu bütün mesele.
Kariyerinde giydiği ilk forma o zamanlar ki mahalle takımınındı; US Saint Henri. Dönüm noktası ise bir akşam babası Smail ve annesi Malika’ya sorduğu soruydu. 14 yaşına gelen o çocuk, bir marketin deposunda gece bekçiliği yapan babasını işe gitmeden yakaladı ve 5 çocuklu o aileyle birlikte milyonların hayatını değiştirecek cümleyi çıkardı ağzından; “federasyonun desteklediği bir
kamp var, 3 gün sürecekmiş. Oraya gidebilir miyim?” Sorunun yanıtını biliyoruz. Zidane, o kampta önce Cannes kulübünün gözlemcilerini etkileyip transferi kapıyor, sonra da tüm dünyada “yıldız oyuncu” kavramının da üstüne çıkıp yaşayan bir efsaneye dönüşüyor. Söylemesi çok kolay. Hayır değil. Cümlemi defalarca silip baştan yazdım fakat bu basit kelimelerden daha iyi ifade edebilecek hiçbir tanım bulamadım. Yaşayan bir efsane. Süslemeye gerek yok. Zidane işte… Çocukluk günleri ve futbolla ilgili şöyle demişti günün birinde; “Mahallede futbol oynadığımız sabahlarda büfelere süt ve meşrubat dağıtan bir kamyon şoförü vardı. Mahalleye geldiğinde bizden yardım isterdi. Biz de kasaları taşırdık ve karşılığında bir gazoz içerdik. Aslında futbol oynarken topla kasaları devireceğimizden korkar, bu yüzden bizden yardım ister ve bize her sabah bir içecek verirdi. Onu çok severdim. Sonra büyünce iyi bir futbolcu oldum ama sevkiyat şoförü de olsam mutlu olurdum.” Bu cümleler çoğu kişiye bir şey ifade etmiyor olabilir; fakat ben, bu ifadeye baktığımda, kendi hak edilmiş mutluluğunu ve yaratıcı benliğini futbolla değil, kendi iradesiyle var etmiş bir adam görüyorum. Yani Zidane, gözümüzde bir mite dönüştüğü futbolun da üzerinde bir tavır sergiliyor. O nasılsa, öyle olacaktı.
Kariyerinin sonuna baktığımızda ise elbet hepimizin aklından fırlayan ilk kare aynı; 2006 Dünya Kupası finalinde Materazzi’ye attığı kafa. Bense bir iki dakika sonrasını unutamıyorum; kafayı atıp kırmızıyı gördükten sonra, sahadan çıkıp tünele doğru yürüyor Zidane. Fakat yolunun üzerinde, tünelin hemen girişinde Dünya Kupası duruyor. Bir standın üzerinde, dünyanın en büyük kupası. Kupanın yanından geçen futbolun en büyük adamı. Kupa Zidane’a bakıyor. Fakat Zidane göz ucuyla bile bakmıyor kupaya, umurunda değil. Tünele giriyor ve gözden kayboluyor. Bir diğer Cezayirli kahraman Camus’nün Yabancı’sı; Meursault…
Şimdi ister bi gece yarısı bir ara sokağa girip kaybolsam ister arabayla bir tünele girsem aklıma hep Zidane geliyor. Zihin istila edildi bir kere en vurucu kareyle. O kayboluş anlarında da hep bir başka şeye sıçrıyor hafızam; Emir Kusturica, Maradona’nın belgeselini çekerken Manu Chao’yla bir sürpriz yapar ona. Maradona, yıllarını geçirdiği aile evinden çıkıp sokaklarda yürümeye başlar fakat köşede bir adam, elinde gitarıyla bir şarkı söylüyordur; “Eğer ben Maradona olsaydım…” diye başlayan şarkı Maradona’nın tüm hatalarını ben de yapardım diye devam eder. Manu Chao’nun o şarkıda “ben de onun gibi yaşar, Fifa’ya kafa tutup, bildiğimi okurdum” deyişini düşündüm o gün. Eğer ben Zidane olsaydım, kariyerimi bir dünya kupasıyla mı sonlandırırdım yoksa “ne kupası?” deyip Materazzi’nin göğsüne kafa mı atardım? Dünya Kupası’nı 5 santim
yakından görme imkanım oldu, çaktırmadan dokundum bile. Hayatımda gördüğüm en ihtişamlı şeylerden biriydi. Ama Zidane olsaydım ben, kupadan çok daha büyük olurdum ve o kafayı atardım.