“Tanrıların gözdeleri erken ölmelerine rağmen, tanrıların eşliğinde ebediyen yaşarlar.”
Nietzsche
Isidore Ducasse. Bu ismi hatırlayabileceğinizi hiç sanmıyorum. Ducasse, 1846’da doğdu, 22 yaşındayken yayınlanan kitabıyla şiir ve sanat tarihine yeni bir yol açtı. 1870’de, 24 yaşında öldüğünde geriye kitabından ve okuduğu lisedeki sınıf arkadaşının birkaç silik anısından başka hiçbir iz kalmamıştı. İsmini Comte de Lautréamont olarak belirtmişti tarihi değiştiren ‘Maldoror’un Şarkıları’ adlı kitabında. Ya da Rimbaud; 17 yaşında şiire başladı, 21’inde yazmayı bırakıp Habeşistan’a yol aldı. O, gemiye atladığında dünyanın geleceğini çoktan değiştirmişti bile. 17-21 yaşları arasında yazdıklarıyla modern şiirin ilk adımlarını atan Rimbaud’nun ölüm yaşı 37 olarak geçti kayıtlara. Fakat ‘şair’ 21 yaşında kutsal görevini bitirip çoktan aradan çekilmişti zaten. Yazgısını aşan ömürler ya da ancak yazgısına yeten ölümlere örnekler epey çok; Chopin, Orhan Veli, Mozart, Van Gogh… Dünyanın yörüngesini kuran bu isimlerden birini daha anmalı; James Douglas Morrison.
Her şeyi en sonundan görmek için en başa gitmek lazım şimdi; Jim, 5 yaşındayken tanıdı korkuyu ve ölümü. Ölümle karşılaşmak hayatla tanışmaktır. Ailesiyle New Mexico çölünden geçerken kaza yapmış bir kamyon gördüler. Aracın arkasındaki kızılderili işçiler yere saçılmıştı. Ölülerle yaralılar dip dibe. “Ölümü ilk keşfettiğim an… Ben, annem, babam, büyükannem ve büyükbabam gün batarken çölde ilerliyorduk. Bir kamyon dolusu kızılderili başka bir kamyona ya da bir şeye çarpmıştı. Kızılderililer bütün ana yola dağılmıştı ve kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. Babam ve büyükbabam, arabadan neler olduğuna bakmak için inmişlerdi. Ben daha çocuktum, o yüzden arabada oturup beklemem gerekiyordu. Ben bir şey görmedim. Tek gördüğüm şey garip, kırmızı boya ve yerde yatan insanlardı, ama bir şey olduğuna emindim. Çünkü onların yaydığı dalgaları hissedebiliyordum. Birden yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmediklerini fark ettim. İşte o an ilk kez korkuyu tattım.”
Çocuk Jim, o gün, tanrısal bir yolculuğa çıktığının farkında değildi elbet. Başına geçmeye başlayan dikenli tacın ilk teması olan o manzara, bana Cemal Süreya’nın tanıklığını hatırlatır hep; “Bizi kamyona doldurdular, / Tüfekli iki erin nezaretinde, / Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular, / Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar, / Tarih öncesi köpekler havlıyordu.” Şair unutmaz. Unutmayacaktır, Süreya da Morrison da. Çöldeki yolculuğu o günden sonra hep sürer Jim’in, hayatı boyunca hep çöle zaaflı kalır, çölde yaşamak ister. Aslında yaşar da. Yeryüzünde, Büyük Sahra’da oturmuş gökyüzünü dinleyen bir adam olarak kalır. Bu yüzden bir gün odasından “Bana artık Kertenkele Kral (The Lizard King) diyeceksiniz!” cümlesiyle fırlar. Çünkü kanına buz parçaları bırakan bir gerçek öğrenmiştir; dünyadaki tüm kertenkeleler bir anda yok olsa ekolojik sistem bundan hiç etkilenmez, diğer hiçbir canlı bunu fark etmez. Kertenkeleler doğanın etkisiz elemanlarıdır. Üniversite mezuniyet hediyesi olarak ailesinden Nietzsche’nin bütün eserlerini isteyen birinin, tabiatın bu gerçeği karşısında sergilediği tutum, yazgısının dikenli tacında parıldayan tanrısallıktır. Einstein’dan yüksek olduğu söylenen zekasını Yunan Mitolojisi, Rimbaud, Aragon, William Blake, Camus, Baudelaire ve özellikle Dionysos’la yoğuran Morrison, yeryüzüne inen tüm tanrılar gibi tekrarı bir daha gerçekleşmeyecek müstesna bir karışımdır. Şamandır, Kertenkele Kral’dır, Dionysos’un reenkarnasyonu olduğuna inanır ve “deri ceketli Rimbaud” diye tanımlar kendini bir röportajda. Hepsidir evet; evrenin zaman-mekan tanımayan ortak zihninden fırlayan bir şairdir çünkü. The Doors’u birlikte kurdukları Ray Manzarek’e “Ben bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum. Herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız. Sonra? Boooooom ve ben yokum. Bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar.” diyen ve bunu gerçekleştiren, Rimbaud’nun “gerçek bir şair, kahindir” düsturunu ispatlayan bir şair.
The Doors, ismini Aldous Huxley’in “Algının Kapıları” adlı sarsıcı kitabından almıştı. Aldous Huxley ise kitabına bu ismi William Blake’in “Evrende bilinen şeyler vardır, bilinmeyen şeyler vardır ve ortalarında kapılar bulunur” cümlesinden yola çıkarak koydu. Grubun ilk yıllarında utangaçlığından şarkı söyleyemeyen Morrison, sahne dışında sessiz, içe kapanık ve hayli çekingen olan o adam sahnede tarihin en akıl almaz “ayin”lerini gerçekleştirirken amacı ne salt şarkı söylemek ne de dans etmekti. Bir ayindi yaptığı. Eleştirmenler “Kendini bu kadar ciddiye alma Morrison, sen sadece bir Rock yıldızısın” diyordu, onun yanıtı ise “müziğin sihir olduğunu bilmiyorlar” oluyordu. Morrison, aslında zamanın yörüngesini çizen tüm sanatçıların yolunu özetliyordu şu cümleleriyle; “Gerçek şiir hiçbir şey söylemez. Sadece önünüze olasılıkları serer, kapıları açar. Sizse uygun kapılardan birini seçerek içeri girersiniz. Şiirin beni bu kadar çekmesinin nedeni de bu zaten, içinde sonsuzluğu barındırır. İnsanlar var oldukça, kelimeleri ve onların kombinasyonlarını hatırlayacaklardır. Şiir ve şarkı dışında hiçbir şey katliamdan kurtulamaz. Kimse bir romanın tümünü hatırlayamaz. Kimse bir filmi, bir heykeli, bir resmi tasvir edemez ama insanlar var oldukça şarkılar ve şiirler de sürecektir. Eğer şiirimin ulaşmak istediği bir nokta varsa o da insanları görme ve hissetmenin sınırlı yollarından kurtarmaktır.”
Isidore Ducasse’ın ya da James Douglas’ın şarkıları; fark etmez. Hakkıyla asla analize gelmeyecek kişiler ve onların şarkıları vardır. Sizi yalnızca algı kapılarına götürürler ve orada seçim artık sizindir. Başınızdaki taç ne kadar dikenliyse o kadar uçar, ne denli rahatsa o denli tekil kapılara tutsak kalırsınız. Ve Jim Morrison’ı ne zaman düşünecek olsanız, çağrışımların sonsuz çölünde tanrısal bir boşluğu arşınlarsınız. O boşluk da Dionysos’un şaraplı kursağıdır. Yani Nietzsche’nin Ecce Homo’yu bitirirken dediği gibi; “Anladınız mı beni? Çarmıhtakine karşı Dionysos…”