Nedir ellerinde sağa sola fırlatıldığım canavarın rengi ve nedir benim kemiklerimin esneme payı? Büyük sözcüklerden bahsettiler bana yanıt olarak; sözlüklerde, baş harfi hep büyük yazılan kelimelerden. Oysa ellerim vardı benim de; kendi yazgımın mürekkebiyle kararan parmaklarım. Bir yerlerden aşırdığım fikirler, yoğurup birbirine kattığım ve birbirlerine çarpa çarpa yok olan düşünceler. Tarihimin beni çevirdiği bu şekilden, kendi dönmek istediğim biçime doğru yürürken, atalarımın neye ne kadar dokunabildiğini düşünüp durdum da bulamadım. Ne kadarını anlatabildiklerini, mağara duvarlarına eğri büğrü çizgilerle; barikat olsun diye kendilerine dağları ne kadar tamam dikebildiklerini, vuramadıkları avdan korkuyla kaçarken. Suladığı çiçekleri biliriz ellerimizin de, tabanlarımızın altına özsuyu bulaşmış paramparça otların adını yazmayız tarihimize. Biz ki her şeyin en bileni, kendi yarattığımız sözcüklerin büyük anlamları altında ezile ezile kamburumuz çıkmıştır artık. Sağa sola fırlatır bizi bir sözcük, kader deriz adına. Hiçbir zaman anlaşamadığımız ve bir yerlerine dokunabildiğimize inanmadığımız o bela. Saçlarımızı okşar uykumuzda bir kelime, bize kahvaltılar hazırlar, suyumuzu ısıtır, tırnaklarımızı keser, sokakta kucaklar bizi; yine kader deriz ona, bu kez onu kendi ellerimizle oluşturduğumuz yargısıyla. Başa gelen ne güzellik varsa, deriz ki bu benim sularımdan çıkma. Ama bütün felaketler, kötü karakterlerin, çatık kaşlı tanrıların, öte tanıdıkların ve intikama yönelik düşmanların zehrinden gelir. Kaderdir, kemiklerimizin çatırdağı. Kaderdir, bütün okuduklarımızı birer tornavida olarak kullanıp, vidalarını gevşetip sökmeye çalıştığımız düzenek.
Mars’ta koloniler kuruladursun şimdi öyleyse, sipariş bebekler yaratılsın, saçları altın kokulu, gözleri çiğ menekşeler renginde. Büyük anıtlar dikilsin, içinde piramitlerin taşlarını değil de artık banknotları üst üste dizen köleleler, içinde çek defterleri, tokalaşmalardaki hançer, akşam yemeklerinde muhabbetler sanki bir çarpıklığı tanrılaştırır biçimde. Kitaplar yazılsın, sanat akımları, düşünce sistemleri, her notasında başka yerlerin başka duyguların kokusunu taşıyan parfümler. Sen, bütün bu kokuları, avdan ellerin bomboş ve sırtın kanlı, koşarak evine dönerken duyduğun korkuları, diktiğin taşların pütürlü etrafını anlatmak istedin. Varlığını belli etmek istedin, usul usul genişleterek hedef çemberini; şimdi uzay parıltılarına kadar uzanır elin. Yazmak istedin; imzanı, ağaç kabuklarından başka yıldızlara doğru adım adım fethederek her yeri, atmak istedin. Sinesine baktın yarattığın kelimelerin; kimini bir sevinç, kimini bir kaçış, kimini bir uyku, kimini korku anında yarattığın o kelimelerin. Yok etmeye kalkıştıkların da oldu elbet aralarından; pişman olduğun sözcükler, seni kendi soluğunda boğmaya kalkışan harfler. Ama çok geçti artık; söz, içerden çıkıp dünyaya düştüğü zaman, kimseyi tanımazdı. Ve bulaşıcı bir hastalık gibi yayılırdı o zaman. Ve bulaşıcı bir mikrop gibi, her bünyede yeniden güçlenerek sıçrardı tekrar dünyaya anlam. Ve bir “taş” kelimesi bile, buyrun bakın kısacık ve hiçbir işe yaramayan bir sözcük olarak, sert, biçimsiz, ufalana ufalana kuma dönmekten başka hiçbir yazgısı olmayan bir yeryüzü artığı bile, geze dolaşa elden ele artık ifadesi mümkün olmayan yerlere varmıştır. Deyin ki sizin şakağınızdan akan kandır o, desin ki bir öteki, duvarlarını öptüğü odaların kemikleridir o. Yılmaz, dokunuruz yine de sözlüklerin parmak lekeleriyle dolmuş sayfalarına ve anıtlar dikmek isteriz kendi varlığımız adına. Kaderin avuçlarına sıkışmış, onun avuç içini tırnaklarımızla kazıya kazıya bir şeyler demek isteyen biz, onun akışını olsa olsa böyle avuçlarını gıdıklayarak kımıldatabiliriz. Rüyalar görürüz içinden geçilmeyen, cebimize koyup gezdirdiğimiz günler yaşarız. Boyu bizden daha küçük anlamlarla yaşar, bizden daha heybetli anlamlar yaratıp ötekilerin üstüne atarız. Yazgımız, bizim ellerimizle kavramıştır oysa bizi, bizim avuçlarımız kadar terlidir elleri, gözleri çakıl taşlarıyla doludur bizimki kadar. Ey kendimizi teslim ettiğimiz, bütün özürlerimizin posta adresi ve bütün “mesela”larımızın kazı noktası; bütün enkazların altında bir çanak altın bulma düşüncesiyle, bütün parlak çiçeklerin köklerinde böcekler gören gerçekliğiyle; ey aklımızın kendini beyaza çıkarma düşüncesi; ey yazgı. Nallarını asfalta sürte sürte koşan şehir atları olarak geldik geliyoruz sana; bizi bağışla bütün fenalıklarımız ve hüsranlarımızla ağzına kadar böyle çöp dolu kuyusu. Ölü birer ikizimizi almışızdır her gece koynumuza, olmayan odur her yanlış imzada. Bütün gezegenlere varmak üzere parçalanıp yiten o, bütün sevgilerde kendini imha eden o, ağzından akan irini yeni sözcüklerle temizleyip yeni sözcükleri irinle kaplayıp değiştiren o. Çırılçıplak yatarken buluruz onu her gece yatağımızda, boynunda engerekler, saçlarında kurumuş çam dikenleri, bütün çirkinliğimizi ovalayıp süreriz vücuduna. Bir sabah hazırlığıdır bu onunla iyi olmaya. Sabahlarsa, güneşin altında geçen saatler, bir yaşam hazırlığıdır onsuz iyi olmaya. Onu bir gece yorganın altında yatarken bulmamaya geçen bir zamandır. Ama olmadı olmaz bu; çünkü hala ensemizdedir, avı berbat eden o hayvanı rüyalarımıza düşüren korku. Çünkü esnemez aklımızın kemikleri, sırf kırılır. Çünkü yoktur rengi hiçbir kelimenin. Anlamların elleri yaba. Artık geç; insan, hiçbir şeye ait olamaz sözcüklerinden sonra. Yenilmez kimseye, kendi zaferlerinden başka.